O sırada müzik kutusunda La Vie En Rose çalıyordu…
Hey sen! Evet evet sen! Minik balerin! Senin hikayene çok benzer bir hikayeye sahip balerin bir kızın filmini izledim; Black Swan – Siyah Kuğu!
Senin geçtiğin yolları, muhteşem ve naif görüntünün ötesindeki kurban ve zorbayı izledim. İçimizdeki aydınlık ve karanlık tarafın tanışmasını izliyoruz filmde. Aydınlık zannettiğimiz tarafın da ne kadar aydınlıksa bir o kadar karanlık barındırabileceğini görüyoruz. Arıza demişken kendimiz ve dış dünya tarafından bir şekilde özümüzle kendimiz arasına giren her şeyin varlığımızı kanatmasını içeren bir süreçten bahsediyorum. O akan kanları maalesef tüm insanlık ve kendimiz – aklımız – beynimiz – kalbimiz dahil “Arıza” olarak tanımlıyoruz.
Kısacası ve acıcası yaralayan da biziz sonra o yaraya “Arıza” etiketini yapıştıran da… Küçük bir çocuk gibi bilerek ya da bilmeyerek, meraktan veya öfkeden elimizdekine bir zarar veriyoruz, sonrasında da ya ağlayarak ; “Bu bozuldu – Arızalı” diyoruz veya sinsice gülerek; “Hahahaaaa bu bozukmuş, bozuk işte bozuk…” diyebiliyoruz. Hem de rahatça… Hiç bir şey yapmamış, hiçbir etkimiz olmamış, sanki hiçbir şey olmamış gibi, o yaralanma arızalanma sürecinde her şey yolundaymış gibi… Bugünden sonra hiçbir zaman eskisi veya orjinali gibi olamayacak bu yeni yaralı haline, polis gelince elleri havaya kaldıran hırsız gibi, bomboş tertemiz ellerle bu yaranın bizimle ilgisi olmadığını ve hep var olduğunu ve bizim o an orada bulunma sebebimizin sadece “Arıza” yı tamir etmek olabileceğine başta kendimiz olmak üzere insanlığa yutturmaya çalışıyoruz. Neyse ki çok tutan bir yöntem, her devir kabul görmüş bu teknik, yarayı açıp, deşeni bulup, cezalandırmak-uzaklaştırmaktansa yara açmayı gizli bir şekilde kabul gören bir öğe haline getiriyor ve insanlık bu şekilde açılan yaralarına ağlarken, arıza olmaktan canı sıkılmışken, yara alıp, bir taraftan da yaralarken riyakarlık maskesinin mükemmel versiyonlarını oluşturuyor. Öyle ki herkesin beğendiği, “tüm arızalarını gizleyen” yüzüne tam oturan o muhteşem toplumsal normlara uygun haline gelene kadar. Tabii bu sırada azıcık burnundan, azıcık kulağından kesip, azıcık maskeye otursun diye dudağını şişirip beklenilen kalıba uyduktan sonra hiç acımamış gibi yapıp daha da arızalanmış haliyle tadı artık pek kalmamış yaşamı böyle yudumluyor. Sonuçta atık “arızalı” olmayışının yapay mutluluğunu yaşıyor, bu yeni arızasız yapay yaşamında.
Evet minik balerin, sende ise durum farklı, senin yaraların küçüklüğünden bu yana “Kendin olmana izin verilmemesi”yle çok ilgili. Tıpkı 6 yaşındayken baleye başladığın zamanlardaki Barbie bebeklerin, peluş ayıların, pembeli beyazlı cibinlikli odan ve mus çoraplarınla 26 yaşının yirmisi yokmuş gibi annenin talimatlarına uyarak yaşamına devam etmenin acısını, sustuklarını, değiştiremediklerini, sırtındaki o bölgeyi kaşıyarak, kanırtarak, yara sende değil de oradaymış gibi dışarıya atmaya çalışman gibi, işte senin hikayenin bir kısmı böyle… Yarayı açanın kendini merhem sayması da burada var, sanki başka yerde serpilemeyecek, başka şekilde, büyümüş halinle güzel olamayacakmışsın gibi… Merhemin sadece o evmiş hissinin tüm hücrelerine işlenmesi ve başka bir hayatın doğal olarak mümkün olamayacağı hissini filmdeki balerinin de damarlarında hissedene kadar kendine küçük façalar atmaya devam etmesi gibi, her şeyin normal, mükemmel, mutlu ve tamamen gönüllü olarak içinde bulunduğu kafese reverans yaparak bizi içeriye buyurması gibi… İhtişamlı, disiplinli, zarif, kusursuz ve albenili bir dünya… İçinde gönülülük esası dışında katlanılan herhangi bir acı yokmuşçasına, üstüne dışarıya mutluluk verici bir nezaketle davranan o özel yaratılmış hissi uyandıran balerin gibisin sen de minik balerin…
“Kibarca alıkonulmak” işte buna denir. Ortada kaba bir tutum, kavga, savaş yoktur, güler yüzle; “bak “arızalısın – burada merhemleneceksin” sözel olmayan ifadeleriyle bir anda kendini, dikkatli bakabildiğinde aslında olmak istemeyeceğin yere gönüllü bir şekilde hapsedersin. Ya da buna fark ettirilmeden mecbur bırakılırsın diyelim… Başka birinin o görünmeyen gölgesiyle “kibarca alıkonulursun” yani… Sonrada mevzu “kendi düşen ağlamaz” denklemine geçer. Sorumlular sorumluluğunu almaz, senin güçsüz taraflarına galip gelebildikleri için bu konuda da senin üzerine sesi dışarıya çıkarmayan bir tül atarlar. Çığlıkların, gözyaşların, kahkahaların, kutlamaların duyulmaz o yerde… Hem birlikte hem de yalnızsındır o yaşamla arandaki şefaf tülle…
Düşünüyorum da, acaba tam olarak nelerden yoksun kaldın bu arıza(lı)sız, mükemmel(gibi görünen) haline ulaşmak için. Sırtındaki yaradan akan susmuşluklarının bir gün o pembe – beyaz dünyanın ardındaki karanlığı sana göstereceğini söyleseler belki sen de inanmazdın… Denge buydu aslında, önünde sonunda bir gün bir şekilde daha önce hiç tanışmadığın, başkalarında görüp ne kadar farklı dünyalar varmış hissi yaşadığın, o senden fersah fersah uzak zannettiğin bir gölge, senin de yıllardır içinde yavaşça büyüttüğün… Ancak arada kanınla dışarıya sızan ve sonra susan, acıyan tarafın… Gölgen olmadan ruhun itilebilir miydi acaba bu kadar hayatın içine? Bunu da düşünüyorum bazen… Gölgen belki minik minik arzulara, tutkulara dönüşüyor ve senin adım atmanı, bir şeylere elini uzatmanı sağlıyordu.
İşte bu kısmen karmaşık anlatımla – ki önemli olan bu yazının edebi değerinden çok sana ne hissettirdiği üzerine odaklanırsak, bir gün sen de aynada hep alıştığından çok daha farklı bir sen görürsen şaşırma, kendini de kötü bir ruh sanma… Sadece kanın akıyor, bunu fark etmeye çalış… Şimdi aynaya tekrar bak, sakin dikkatli bir şekilde derin bir nefes al ve tek katmandan oluşmadığını görmeye çalış, yavaş yavaş katmanlarını ve ruhunun tonlarını görmeye ve hissetmeye çalış, al bu tonları ve kullan yaşam denen tuvalde… Bakalım senin eşsiz tuvalinde renkler, gölge, ışık ve tema nasıl olacak?
Esra Nur Uckol
Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır, tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.