İlişkiler Üzerine 2

Türkiye’de yapılmış son 25 yıllık araştırmalara da dayanarak; bir resim düşünelim bir resimde terkedilme beklentisi, inancı, şeması, önyargısı, adına ne dersek diyelim diğer resimde bunun tam tersi. Bu iki resim arasında 1 saniye var sadece, oysa aslında bir ömür…

Bugüne kadar hayatına giren bütün erkekler nedeniyle oluşan bir beklenti bu. Ama isteği değil şemasının oluşturduğu istek; Adamın ona farkında olarak ya da olmayarak yaptığı bütün o güven testlerinden geçip onu tekrar sevmeye, bağlanmaya, bir ilişkiye inandırması…

Nihayetinde o sabah Adamın da diğer erkekler gibi “zaten eninde sonunda gideceğini” bekleyen Kadının bunun “gerçekleşmesi” üzerine yaşadığı öfke, aslında o kaygının öfkeye dönüşmesi o anlar…

“Demek ki bu da diğerleri gibi, hiçbir farkı yokmuş” hali… 

Kadın o andan itibaren ne kadar üzgün, kırgın, öfkeli olursa olsun asla yaşamayacağı  bir duygu var; şaşkınlık… 

Adamın gidişine asla şaşırmayacak Kadın… 

Zaten hep olmasını beklediği, olacağına inandığı oldu işte… 

İkinci resim…kapının önünden gelen bir ses… 

Adam ister çay suyu koyuyor olsun, ister bulaşık yıkıyor olsun; hiç önemli değil…demek  ki orada, gitmedi…Demek ki evet; Adam’ın bir farkı var diğerlerinden…ve bu ilişkinin de  farkı olacak demek ki… 

Kadın artık o andan itibaren bağlandı Adama ve ilişkinin adını koydu…“ama zaten  başından beri çekici bulmamış mıydı? Aşık değil miydi? Beğenip, hoşlanmamış mıydı?”  denilebilir. Doğru da olabilir, Adamı konferansta ilk gördüğü andan beri beğendi,  hoşlandı, hatta aşık da olmuş olabilir Kadın… 

Beğenmek, hoşlanmak, sevmek, aşık olmak; bağlanmak demek değildir. Çünkü  bağlanmak; koşulsuz güveni ve artık kendini tamamen bırakmayı gerektirir. Bir kez 

daha incinmemek için o zamana kadar taşıdığı bütün o “silahlarını, zırhlarını” atıp yeni  bir başlangıç yapmak için kendisine şans tanıması demektir.  

Annesince yeterince sevgi, ilgi, şefkat, bakım, koruma görmüş hiçbir çocuğun (Güvenli  Bağlanma) ne ergenliğinde ne de yetişkinliğinde ne alkol ne madde ne de ilaç  bağımlılığı / kötüye kullanımı görülmez. Kişi belki merak ettiği için ya da akran, arkadaş  baskısıyla deneyebilir ya da birkaç kez kullanabilir… 

Bu ihtiyaçları hep eksik kalmış ya da annesi tarafından bir travmaya maruz kalmış bir  çocukta (insanda) ekteki görseldeki olumsuz duygular, düşünceler oluşur… 

Ve böyle bir insan artık sadece annesine de değil; tüm insanlara karşı bir çelişki,  tutarsızlık, gel-git ve korku yaşar… 

Bir yandan bağlanmayı çok isterken bir yandan da bundan çok korkar çünkü atacağı  her adımın terk ya da reddedilmesiyle sonuçlanacağını yani canının yanacağını  düşünür… 

Bu nedenle de hep bilinçaltına bastırdığı bağlanma ihtiyacı her bilinç üstüne çıktığında  tekrar tekrar bastırır…. 

Peki ya bir gün artık bastıramamaya başlarsa? Bu durumda yaşadığı bağlanma  kaygısıyla, korkusuyla, stresiyle nasıl “başa çıkacaktır”? Bağlanma ihtiyacını yok  saymasını, görmezden gelmesini sağlayacak bir şeylere ihtiyaç duyacaktır ki işte  sigara, alkol ve madde bağımlılığı da burada devreye girer… 

Yaşadığı korkunun derecesine bağlı olarak; diyelim ki önce sigarayla başlar. Sigara  yeterli gelmediğinde alkolle devam eder ve bu yeterli gelmediğinde de madde  kullanmaya başlar tabii madde de etkisini yitirdiğinde artık geriye tek bir seçeneği kalır;  “altın vuruş”… 

Boşanmış ailelerin çocuklarının yetişkinlik dönemlerinde bağlanma sorunları, kısa süreli  ilişkiler yaşıyor olmaları sıklıkla görülür. Çünkü; bir ilişkinin, evliliğin mutlu ve sonsuz  olabileceğine dair umutları kırılmış olur. Ancak her boşanmanın her çocuk için şimdi ya  da gelecekte mutlaka bir travma olacağı söylenemez. Asıl sorun; anne baba tutumudur.  Anne babası boşanmak üzere olan bir çocuk eğer kendisini hala sevilecek, güvende  hissederse, ebeveynler ona bunu hissettirebilirlerse artık boşanma onun için bir travma  olmaz. Öyle olmalıdır ki çocuk anne babasının kendi aralarındaki evlilik ilişkisini  bitirdiklerini, birbirlerinden ayrıldıklarını ama kendisinden asla ayrılmayacaklarını  bilmeli, hissetmelidir. 

Kadınlar mutsuz olmakta haklılar tabii; tuvalette sifonu çekmeyen, klozet kapağını  kaldırıp indirmeyi bile beceremeyenden (gerçekten ilginçtir bu) mesela çok özenle  kurulmuş bir sofranın, keyifli bir akşam yemeğinin üzerine bir “Teşekkür ederim canım,  eline sağlık” demesini bekliyorlar… 

İlişkiyi daha da güzelleştirmek için sarf edilen çabanın, emeğin, fedakarlığın fark edilip,  değer verilmesi neden bu kadar zor geliyor bir erkeğe? Bir Alışveriş Merkezine gitmeyi,  kızının başını okşayıp oğlana hamburger yedirip hanıma da çorap almayı ideal eş ve  baba olmak sanıyor erkekler, bununla yetinsin istiyorlar. Peki ya yetmiyorsa ve elbette  hiç yetmeyecekse? Var mı bir çözüm önerin?

Erkeklere hep şunu derim; belki de zaten geçmişi geçmişte bırakma mücadelesinin  yorgunluğunu yaşıyorken sevdiğiniz kadın, kabuk bağlamış yaralara inatla çomak  sokmuş olmayın. Toksik sorular, primitif kıskançlıklarınızla “Kaç tane oldu, neden oldu,  neden başladı, nasıl bitti”nin cevapları ne işinize yarayacak? Neye hizmet edecek? şu  an’a, “siz”e, bugünden geleceğe ilişkinize ne kazandıracak? Sizi seviyor mu ve size  bunu hissettiriyor mu? Evet. Öyleyse, dün ’ün hiçbir önemi yoktur. Bir erkeğe düşen  görev, eğer gerçekten seviyorsa tabi; geçmişin yaralarını kanatmak değil; sunduğu  sevgi, şefkat, özenle ona huzurlu, mutlu, güvenli, yepyeni bir başlangıç yaşatmaktır. 

Bazı “terapistler” için psikoterapinin 2 işlevi olur; ya tüm o seanslar yani terapistlik  kimliği; aslında dikkati başka yöne çekip kendi sorunlarıyla yüzleşmekten kaçınmalarını  sağlar, böylelikle bir kılıftır, zırhtır, sığınacak limandır. Ya da iyileştirdikleri  danışanlarıyla aslında kendi geçmişlerinden bir yarayı; mesela bir uzamış yası, tacizi,  istismarı, terk ya da reddedilmişliği onarmış olurlar. Her yardım ettikleri başkaları değil;  aslında kendileridir.  

Özellikle de Örtük Depresif ya da Kaçınan Bağlanma’ya sahip bu “terapist”lerde; ketum  bir beden dili, genelde hiç değişmeyen yüz ifadesi, hep aynı ses tonuyla soru sorma,  hep benzer kıyafetler (ve mesela hep koyu renkler) ya da saç şekli, elinde bloknotla  sürekli not alma, danışanla arasına hep bir masanın ya da fiziksel mesafenin girmesi,  birçok kez “özgüven” temsili bacak bacak üzerine atılarak gerçekleştirilen seanslar,  didaktik soru sorma biçimleri, anlamaktan öte yargılayıcı ve aceleci bir teşhis koyma,  sonuca gitme çabası vb. önemli birer işarettir… 

Peki ya bir gün zeki ve kendisi de anne olan bir kadın danışan o terapisti tüm o kendi  kurmaca saklambacında yakalayıp sobelerse? Ve artık terapist hastaya, hasta da  terapiste dönüşürse?  

8-9 aydır ayrı yaşayıp terapiye gelen bir çift düşünelim. Bu arada kadın; artık kendi işini  de kurup kendine daha bir güvenen, inanan, saygı duyan bir kadın haline gelmiş olsun.  Ama küçük oğullarının geleceği nedeniyle de terapiye geliyor olsun ki bu da erkeğin  umutlarını besliyor olsun…  

Hala “evli” olduklarını sanıp “eşini” geri isteyen erkeğin seans sırasında ağzından şu  cümle çıkmış olsun; “Tabi, gitti özgürlüğünü kazandı, şimdi dır dır ediyor!” Yani aslında;  özgüvenle konuşuyor”  

Böyle bir erkeğe şu 3 soru sorulabilir; 

1. “Benimleyken ben ona hapis hayatı yaşatıyordum, hayatı ona zindan etmiştim!”  demiş, bunu itiraf etmiş olmuyor musun? 

2. Sana dönmesi için ona nasıl bir huzurlu, güvenli, mutlu, kendini değerli ve özel  hissedebileceği bir hayat sunuyorsun?  

3. En önemlisi; ona bütün bunları sunabilseydin eğer yıllarca, zaten neden gitsindi?  

Bir erkeğin en büyük sorunu; kendisinde hiçbir sorun görmemesidir. Böyle bir erkek ne  kadar kör olduğunu nasıl görebilsin. 

Çocuklarını taciz, istismar eden 2 anne, “annelik” tarzı vardır; 1. Kendi çocukluklarında  cinsel, duygusal ya da fiziksel tacize, istismara maruz kalmış olan bazı anneler 

tamamen sevgisiz, ilgisiz büyütülürler. Kendi anneleri tarafından terk ya da  reddedilmişlerdir ve kronik bir terk edilme kaygısı duymaktadırlar. Öylesine bir sevgi  açlığı çekerler ki önce çocuklarına fiziksel olarak zarar verirler. Mesela bir anne  düşünün ki çocuğunda bir sağlık sorunu doğması için ona bir hafta boyunca kendi  dışkısını enjekte etmiş olsun. Bir anne de çocuğu kan kussun da “çocuğum ölüyor, ne  olur onu kurtarın!” diye apar topar hastaneye gitsinler diye onun boğazını hafifçe deler  ya da İstanbul Cerrahpaşa’da yakalanan anne gibi bebeğine 1 ayda 60’a yakın kan,  idrar, dışkı tahlili yaptırtır…  

Peki neden? Hastanede yapılan onca tıbbi tahlil sırasında sağlık görevlileriyle iletişim  kurmak, onların sorularına cevap vermek, diyelim ki diğer hastalarla sohbet edilen  birkaç dakika bile onlar için bir bağlanma, yakınlaşma, bir değer görmüş olup sevilmiş  olma anlamına gelmektedir. Yani bu anneler çok derin bir sevgi, ilgi, yakınlık açlığı  çekerler ve bunları tatmin etmek için de çocuklarını istismar ederler (“Munchausen by  Proxy” sendromu)  

2. İkinci grup anne ise tam tersine; çok derin, kronik, ciddi bir yakınlık, aitlik, bağlanma  kaygısı, korkusu duyan annelerdir. Kendi anneleriyle sağlıklı, mutlu, güvenli bir  bağlanma ilişkisi kuramamış olan bu anneler çocukluklarından itibaren şunu  öğrenmişlerdir; “Demek ki herkesten uzak durmalıyım! Yoksa canım yanar! Kimseye  bağlanmamalıyım!” Bu örtük algıları nedeniyle de artık hayatları boyunca içinde bir  parça bile yakınlığın, sıcaklığın, şefkatin olduğu her türlü ilişkiden kaçarlar… 

Şimdi, bukadar bağlanma korkusu yaşayan bir kadının bir gün anne olduğunu  düşünelim. Doğum yaptı, artık hayatı boyunca ona bakmakla yükümlü olduğu bir canlı  var kucağında! Bu durum onun için çok ciddi bir varoluşsal tehdittir, bir stres kaynağıdır.  Mesela sevgi görmemiştir ki birini sevmek nedir, nasıl sevgi verilir, bunları bilsin!  

Peki bu anne artık ne yapacaktır? Onun için tam bir yük olan çocuğuna bir şekilde zarar  vererek ona bağlanmaktan, bağlanmış olmaktan kurtulmuş olacaktır. Böylelikle  kendisini hala “özgür, bağımsız” hissedecektir. Onu gözünde değersizleştirecektir, ona  bir hiç gibi davranacaktır, ona eziyet edecektir. Duygusal mesafenin, uzaklığın,  soğukluğun, şiddetin olduğu yerde sıcaklıktan, bağlanmışlıktan bahsedilemeyeceği için  bu böyle bir anne için çocuğunu istismar etmiş olmak aslında bir “nefes alış” anlamına  gelir. Kendisini “daha güvende” hissetmiş olacaktır… 

Ayrıca çocuğuna işkence yaparak, ona eziyet ederek yani onu duygusal, fiziksel ya da  cinsel olarak kurbanlaştırarak kendi reddedilmişliğinin, hayata olan öfkesinin de acısını  çıkarmış olacaktır. Hayattan (aslında kendi annesinden) intikam almış olacaktır… 


Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır, tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.

Başa dön tuşu